H.Cavid'in "Uçrum" faciesinde İstanbul gerçeklıklerin sembolu

 Ali Şamil Hüseyin oğlu,
Aide Paşayeva,
Azerbaycan Milli Bilimler Akademisi

                                                                                                                           Bakı-Azerbaycan

 

HÜSEYİN CAVİD’İN “UÇURUM” FACİASINDA İSTANBUL – 

GERÇEKLERİN SEMBOLÜ


Özet

Büyük Türk yazarı Hüseyin Cavid (Rasizade) (1882-1941) Tebriz'de okurken göz hastalığına tutuluyor. 1905 yılında tedavi için İstanbul’a geliyor ve Darülfünun Edebiyat Fakültesinin derslerine, bilhassa filozof Rıza Tevfik’in takrirlerine sami sıfatıyla devam ediyor. Onun mefkuresinin formalaşmasında İsmayıl bey Kaspıralı, Alibey Hüseyinzade, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçuralı, Namik Kemal, Zıya Paşa, Şemsettin Sami, Tevfik Fikret, Abdulhak Hamit, Necip Asim, Mehmet Emin vb. büyük rolü oluyor. “Yadı Mazi”, “Sonbaharda”, “İlmi beşer” şiirlerini Mehmet Akif Ersoyun da bulunduğu “Sırat-ı müstakim” dergisinde yayımlatıyor.

1909’da Kafkasya’ya dönen Hüseyin Cavid az zamanda ünlü bir piyes yazarı gibi  tanınıyor. “Ana”, “Şeyh Senan”, “Uçurum”, “Afet”, “İblis”, “Seyavuş”, “Topal Teymur”, “Peyğamber”, “Hayyam” vb. sahne eserleri, onlarla şiir yazıyor. Az zamanda onun piyesleri Türkler yaşayan bölgelerde sahneye koyuluyor.

Bu piyeslerden “Uçurum” ve “Afet” İstanbul hayatı ile daha sık alakalıdır. Manzum “Uçurum” piyesinde Paris hayranı gençlerle Türklüğüne, geleneğine bağlı, çağdaşlaşan gençlik karşı-karşıya koyuluyor.

Ömrünü Türklerin birliğine hasreden şair Sovyet döneminde takiplere, baskılara maruz kalsa da, mefkuresinden dönmüyor. Buna göre de, 3 Haziran 1937’de gece KGB memurları Hüseyin Cavidi göz altına alıyorlar. 9 Haziran 1939’dek sorgulanan şair 8 yıl göz altına alınarak Sibirya’ya gönderiliyor ve oradaki ceza evinde 1941. yılın  Aralık ayının 5’te dünyasını değişiyor.

 Anahtar kelimeler: Hüseyin Cavid, “Uçurum” ve “Afet” piyesleri, İstanbul hayatı, Türk birliği.

 Giriş

 Türk edebiyatında İstanbul adına “ümmül dünya” denilerek her zaman güzellikleri ile vasıf edilmiş, köylerinde-köşelerinde yaşanmış her anın hatırası bile güzel sanatlarda çeşitli renklerle iz bırakmıştır. Gerek orta çağ, gerekse de yeni dönemde edebiyat - söz sanatı bu sanatların İstanbul mevzusunda pek çok muvaffak olanıdır.

20. yy.ın başlarında İstanbul önceki şöhretini kaybediyordu. Günden güne güçlenen Avrupa ve Rusya Osmanlını çöktürmek için çaba gösteriyor, bin bir planlar kuruyordu. Memleketin insanları, önce de başkent İstanbul’da yaşayanların bir kısmı dış devletlerin kurduğu tuzağa bilmeyerek düşüyorduysa, bir kısmı da bilerekten düşmanlarla iş birliğine giderek ülkeni dağıtmağa çalışıyorlardı. Osmanlının çöküşünü gören milletsever Türk aydınları, askerler, inançlı Müslümanlar  memleketi kurtarmak için toplanıyorlardı. Esarette olan Türklerin köylüleri, çobanları da savaşan Osmanlı ordusuna yardıma koşuyorlardı. Böylece İstanbul farklı farklı düşünen insanların evine çevriliyordu.

Osmanlı devleti zor günlerini yaşadığı zamanlarda bile esaret altında olan Türkler, inançlı Müslümanlar İstanbul’a umut yeri gibi bakıyorlardı. Uzak Doğu Türkistan’dan,  Rusya esaretinde kalan Türk halklarından, Balkanlardan, Afrika, İndonezya, Hindistan Müslümanlarından yardım için halifenin - Sultanın yanına “heyeti - numayende” geliyordu. Son günlerini yaşayan Osmanlı devleti onların ümidini kırmıyor, küçük de olsa yardımlarda bulunuyordu. Küçük yardımların bile etkisi büyük oluyordu.

Bunu Azerbaycan’ın timsalinde aydın görmek oluyor. Böyle ki, dünya güçleri Türkleri Kafkasya’dan silmek isterken, 1918. yılın Mayısında Nuru Paşanın kumandanlığında Azerbaycan’a 3 bin kişilik ordu gönderiliyor. Şu küçük görünen güç Azerbaycan millisinin, köylülerinin, çiftçilerinin, çobanlarının, bir sözle halkın yardımıyla Rus-Ermeni ordularını yenerek 15 Eylül 1918.yılında Bakü’nü kurtararak, onu genç Azerbaycan Cumhuriyetinin başkentine çeviriyor. Ordusu olmayan, kendini savunmakta zorluk çeken Azerbaycan Nuru Paşanın gelişile az zamanda 30 binlik ordu yaratıyor.

Osmanlı devleti Birinci Cihan Savaşında mağlup olmasaydı şimdiki Rusya Federasyonuna bağlı Derbende’dek gitmiş Nuru Paşanın kumandasındaki ordu Kuzey Kafkasya’ya, Haştarhana, Hazarı arkada koyarak Türkistan’a, Tatarıstan’a kadar yürüyecek, esarette olan halkları kurtaracaktı. Türkistan, Tatarıstan, Kuzey Kafkasya da Azerbaycan gibi kendi ordularını yaratacak ve kendini savunacaktı.        

Doğu Türkistan’a, Buhara Cumhuriyetine vb. bölgelere de küçük yardımlar edildi. Maalesef  Birinci Cihan Savaşında Osmanlının yenik düşmesi Türk halklarının esarette kalma süresini 20 yüzyılın sonuna dek uzattı.

 

1. Hüseyin Cavid’in İstanbul’a gelme nedenleri

 

1882 yılında Azerbaycan’a bağlı Nahçıvan kasabasında dini bir ailede doğan Hüseyin Cavid Tebriz'deki  medresede okurken göz hastalığına tutuluyor. Genç şair tedavi için 1906. yılın Nisanında İstanbul’a geliyor. Arkadaşı Meşedi Kurbaneli Şerifova yazıyor: “13 gün “İzmir” otelinde kaldıktan sonra Balidehani’de  bir oda kiralayıp oraya köçdüm…”(Memmedli Kulam, 1982:29)

İstanbul muhiti tedavi için gelmiş genç şairi kendine bağlıyor. Arkadaşlarına  yazdığı mektuplardan anlaşılır ki, parası az olduğundan çalışmak zorunda kalıyor. M.K.Şerifova yazıyor: “…Günde bir saat Fransızca ve iki saat Türk lisanında bazı edebiyat ve tarihe dair ilimlerden okuyorum…”(Memmedli Kulam, 1982:35) H.Cavid’in Üsküdar’da yaşadığını da arkadaşına yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Burada Darülfünun Edebiyat Fakültesinin derslerine, bilhassa filozof Rıza Tevfik’in  takrirlerine serbest dinleyici olarak davam ediyor. Araştırıcı Enver Uzun yazıyor: “ …Cavid’e asıl etki eden ise Darülfünun’a kayıt olunduktan sonra tanıştığı N.Kamal, Z.Paşa, R.M.Ekrem, A.Hamit ve filozof R.Tevfik olur. İşte Cavid’in kalan otuz iki yılında kendini hissettirecek, Türk Kültürü ve romantizminin izleri böylece dört yıllık bir süreç içerisinde  Cavid felsefesinin gıdalandığı bir dönem olarak kendini gösterecektir.”(Uzun Enver, 1998:14)

Araştırıcı Yusuf Gedikli yazıyor: “Doğu felsefesi, tarih ve edebiyatla ilgilendi. 1905’te İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesinde serbest dinleyici olarak devam etti. Abdülhak Hamid, Rıza Tevfik ve Tevfik Fikretle tanıştı. Onların sohbetlerinde bulundu. …Onun şiirlerinde Abdülhak Hamid,  bilhassa Fikret tesiri açıkça hissedilir. Cavid  Azerbaycanlı çağdaşları gibi Çarlık Rusyası atmosferinde değil, Türkiye edebi ve siyasi muhiti içinde yetiştiği için Türkiye’deki fikir akımlarından etkilenmiş ve eserlerini İstanbul Türkçe’siyle yazmıştır. O, Fikret’e nazaran dilde daha Türkçeci, fikirde Fikret’in aksine Türkçü, siyasi planda Türkbirlikçidir”. (Gedikli Yusuf, 1987:30-32, sayı 169)

 Enver Uzun ve Yusuf Gediklinin fikirlerine bir az aydınlık getirmek zorundayız. Hüseyin Cavid  yukarıda adı çekilen ünlü simaların eserleri ile tanışmış, onların bir çoğunu görmemiştir. Çünkü onlar hayatta yoktular, ölmüştüler. Tanıştığı ve sıkı ilişkide bulunduğu hocası Rıza Tevfik olmuştur. Son yılların araştırmaları onu gösterir ki, İsmayıl bey Kaspıralı Rıza Tevfik’ten esarette olan Türk gençlerinin üniversitede okumalarına yardımcı olmasını, onlarda milli şuur oylatmasını rica etmiş. Rıza Tevfik de Kafkasya’dan, Türkistan’dan, Ural-İdil bölgesinden İstanbul Üniversitesine okumaya gelen       öğrencilere hususi dikkat yetirmiştir.

Şuradan da anlaşılıyor ki, Hüseyin Cavid ve onun gibi Rusya’dan gelmiş Türk gençleri hiç de    “eserlerini İstanbul Türkçe’siyle” yazmağı karşılarına maksat koymamışlar. Aksine onlar İstanbul Türkçecini ıslah etmekle ortak Türk dili yaratmağa çalışmışlar.  Yusuf Gediklinin: “O, Fikret’e nazaran dilde daha Türkçeci, fikirde Fikret’in aksine Türkçü, siyasi planda Türkbirlikçidir” fikri de dediklerimizi ispatlıyor.   Hüseyin Cavid İstanbul Türkçe’sinde yazsaydı, Fikret ve Abdülhak Hamidden seçilmezdi. Demek, seçilirse, ona farklı ad da koymak lazımdır. Bizce, Hüseyin Cavid İstanbul Türkçe’sini esas alarak ortak Türkçe’de yazıyordu desek, daha net olur! O dönemde İsmayıl bey Kaspıralı, Ali bey Hüseyinzade, Ahmet bey Ağaoğlu, Yusuf Akçuralı vb. bu türlü yazıyorlardı.        

Hüseyin Cavid İstanbul’da okuduğu ve yaşadığı yıllarda Bakü’de ve Tiflis’te yayınlanan gazete ve dergilere şiirler, makaleler gönderdiği gibi, Mehmet Akif Ersoy’un “Sırat-ı Müstakim” dergisinde Kafkasyalı Hüseyin Cavid, Hüseyin imzasıyla “İsmi beşer”, “Yadı mazi” ve “Son baharda” şiirlerini yayımlatıyor. (Önceler ise Gülçin, Arif ve Hüseyin Salik takma adlarıyla Türkçe ve Farsça şiirler yazmıştır.)

Şair İstanbul’da olurken Güney Azerbaycan Türkleri ile sıkı irtibat kuruyor. Mektuplarından görünüyor ki, bu dönemde İstanbul’da yaşayan “Gencineyi-fünun” dergisinin sahibi, Tebriz’deki “Terbiyet” kütüphanesinin yaratıcısı, “Danişmendani-Azerbaycan” ansiklopedisinin yazarı Mehemmedeli Terbiyet, İran’ın ünlü devlet adamlarından, diplomat Seyid Hasan Tağızade, inkılapçı şair Seyid Salmaslı ile sık sık görüşüyor, fikir mübadelesi ediyormuş. Şu tartışmalardan aldığı neticeni arkadaşına böyle anlatıyor: “Ben İranlıların ve Kafkasya’nın henüz medeniyeti yahşileşmemiş (iyileşmemiş), taraflarının geleceğinin yirmi, otuz seneye kadar çok zahmetli ve karanlık görüyorum… Kafkasya’nın istikbalini İran’a nispeten daha ziyade ve parlak görüyorum…” (Memmedli Kulam, 1982:40)          

Hüseyin Cavid’in Kafkasya’ya dönüşü hakkında elimizde net bilgi yoktur. Bakü’deki “Hakikat” gazetesi 1909. yılın Aralık ayından iki günde bir Hüseyin Cavid’in şiir ve makalelerini yayımlatıyor. Şu onu gösteriyor ki, şair o zaman Azerbaycan'daymış. Onun makale ve şiirlerinin konusu bölgesellik düşüncesiyle yaşayanları rahatsız ediyor. H. Cavid’in şiirleri “Molla Nesreddin” dergisinde mizahla karşılanıyor. (“Molla Nesreddin”, 1909, sayı 10).

Cavid yaratıcılığının ideoloji-felsefi dayaklarının hangi zeminde olduğu bellidir. Ömrü boyunca gerek şiirlerinde, gerekse de manzum dramlarında, facialarında yazar Türkiye’den aldığı etkiye, mefkure yöntemine sadık kalıyor. Hüseyin Cavidle ilgili eleştirilerde Türkiye hayatının yazara etkisi farklı kanaatlerle sonuçlanıyor: bazıları dil ve muhteva yabancılığına göre (mesela, M. Guliyev, İ. Cahangirov, A. Manaflı vb.); bazıları dilini takdir edip, konusuna göre (H. Zeynallı, C. Cebbarlı, E. Şerif ve b.) yazarı suçluyor, bazıları ise Cavid sanatkarlığındaki zıddiyetlerin (mesela, “Şeyh Sanan” gibi ünlü bir eserden sonra “Uçurum” gibi zayıf eserin yazılması), genellikle şu etkilerden kaynaklandığını, yazarın “İstanbul’dan dumanlı bir surat götürmüş olduğu felsefe”den kırıla bilmemesi ile ısrar ediyor, onu epigonçu, taklitçi, etkisiz, özgür yazmağı beceremeyen “Osmanlı edebiyatı destperverdesi” adlandırıyorlardı (A. Nur, M.K.Elekberli, H. İbrahim vd.). Cavid’in çağdaşı Cafer Cebbarlının söylediği gibi, “yazarın orta bir yol götürmüş lisanı Azerbaycan’da tatbik edileceği gibi, Araplaşmış Fikret ve Hamid lisanlarını da meydandan sıkıp çıkaracaktır.” (Cebbarlı Cafer, 1922:19-20 Haziran)  Araştırıcı Kemale Elekberova’nın söylediği gibi, “Cavidin dili yalnız Azerbaycan değil, hatta o dönem Osmanlı Türkiyesi için bile mükemmel bir dil idi.” (Elekberova K., 2007:)  Konuya, muhtevaya gelince, Enver Uzun yazıyor: “O, Türk halklarına Türkçülük ideoloji ve mefkuresini yansıtan, onların manevi dünyasındaki mevcut Türk ruhunu, Türkçülük felsefesini ateşleyen bir ışık olmuştur. ...Cavid’siz bir Türk edebiyatı düşünmek yanlış olur.” (Uzun Enver, 1998:53) İnsafsız eleştirilerin cevabı, bizce, Cavid Efendinin kendi dilindedir:

                                              Gaye meçhul, ibtida meçhul...

                                              İşte insanların halı budur.

Cavid’in Türkçülük konusunda yazdığı bir kaç eser veya manzumenin neşrinin siyasi nedenlerle yasaklandığı, hatta bazılarının yazar tutuklandığı zaman alındığı, nihayette kaybedildiği araştırmalardan bellidir. (Hüseyin oğlu A. Ş., 2007:4).

 

2. “Uçurum” trajedisinin (faciasının) yaranma tarihi

 

Araştırıcılar ister Hüseyin Cavid’in sağlığında, isterse ölümünden sonra da  “Uçurum” faciasının yazılma tarihi hakkında farklı fikirler söylemişlerdi. Yazarı iyi tanıyan, defalarla evinde misafiri olan Mustafa Guliyev ve Cavidle bir kasabada doğulan Ali Sultanlı “Uçurum” faciasının 1905-06  yıllarda yazılmağa başlandığı kanaatinde olmuşlardır. Cafer Handan, Memmed Cefer, Cefer Ceferov ve onlardan sonra gelen araştırıcılar ise eserin 1917 yılında yazıldığını gösteriyorlar. Hüseyin Cavid 1925 yılında yayımlanan “Şeyda” kitabının sonunda yayımlanmamış “Uçurum” faciası olduğunu yazıyor. Şundan Mustafa Guliyev ve Ali Sultanlı habersiz ola bilmezdi. Buradan böyle anlaşılıyor ki, Hüseyin Cavid kendi çağdaşlarına İstanbul’da okurken böyle bir eser yazmaya başladığını konuşmuş, şu eseri sonradan, yanı 1917 yılında tamamlamıştır.

Hüseyin Cavid’in konusu İstanbul hayatından alınan, Türkçülük şuurunu dile getiren, eleştirilerde sık sık hatırlanan, müzakerelere sebep olan “Uçurum” romantik faciası 1917 yılında tamamlansa da, 1926 yılında basılmıştır.

Yaratıcılığa şiirle başlayan Cavid ilk bir perdeli piyesi olan “Ana”nı 1910 yılında yazıyor ve yayımlatıyor. Bu, Azerbaycan  edebiyatında ilk manzum piyes oluyor.      

Hüseyin Cavid facianın kurallarını iyice bilen bir yazar idi. Okul için hazırladığı ders kitabında yazıyordu: “Facia kahramanın zahiri manalarla, kendi öfke ve  vicdani ile çarpışmasını tersim ediyor, şu çarpışma kalbinin en derin ıztırap ve çırpıntılarını  gösteriyor ki, şu hal bizde hayrat, taaccüp, hiddet ve ıstırap gibi hallar doğuruyor. Ekserin facia dört ve beş sahneden ibaret oluyor”.( Cavid Hüseyin, Şaik Abdulla,1919:74)

 

3. “Uçurum” faciasında İstanbul-- gerçeklerin sembolü gibi

 

Cavid yaratıcılığında İstanbul gerek mevzu, gerekse de suretlerin ait olduğu bir şehir gibi devamlı olarak bir çok eserlerinde görülmektedir. “Uçurum” faciasında olaylar hep İstanbul’da cereyan ediyor. Cavid’e göre, insanlar manevi olarak, bu şehri nasıl duyup yaşamışlarsa, maddi olarak da o şekilde kurup yaşatmışlar. Bu şehir Sultan Mehmet Fatih’i de görmüş, Sultan Abdülhamit’i de. İşte Cavid’in sözü gecen eserinde böylece iki İstanbul yüz yüzedur: tarihselliği, ulusallığı, tabiat güzellikleri ile zengin ve kibarcasına yaşatılan İstanbul ve eski değerleri Batı tefekkürüne, burjuva ideolojisine aşağılıkçasına uygunlaştırılmaya mecbur edilen İstanbul. Facianın asıl muhtevası her iki İstanbul’u içinde, ahlak ve amellerinde farklı farklı yaşatmaya çalışan insanların çabaları, hayat tarzı ile uçuruma sürüklenen Müslüman-Türk dünyasının durumundaki, varis ve irs münasebetlerindeki zıddiyetlerdedir. Cavid İstanbul muhitini, bu şehir hakkındaki düşüncelerini kendi dehasına uygun bir tarzda kaleme almıştır; bütün eserlerinde olduğu gibi “Uçurum”da da sembolik suretler yaratmıştır. Bu sembolü duyamayan 20-30 yılların bir çok eleştiricileri “Uçurum”daki süjet kısıtlığına, basit bedii sahnelere göre Cavid’i suçlamış, hatta eserdeki suretlerin  manevi durumu ve geçirdikleri fikri tebeddülatları içinde yazarın da şaştığını, asıl neyi, hangi ideyani belirteceğini kaybetmiş olduğunu ortaya koymuşlardı. Fakat yazarın onun yaratıcılık imkanlarını şüpheye alan baskılara rağmen susması, bir itiraz mesajı olabilirdi.         

Araştırıcı Yusuf Gedikli yazıyor: “…yabancılaşmanın, diğer bir söyleyişle batılaşma problematikinin konu edildiği bu trajedi (facia), İstanbul’a aynen Fikret’te olduğu gibi menfi açıdan bakılır. Fuat Köpürlü’ye göre Fikret’in bir “muakkibi” olan Cavid’in (bütün bu tesirlere rağmen Cavid dil, üslup ve eserleriyle tamamen orijinaldir) İstanbul’a bakışta Fikret’le aynı paralelde bulunması, hem devrinin yani Türkiye’nin, hem de kendi halet-i ruhiyesinin edebiyata aksettirmesindedir. Ancak Fikret’le Cavid’in amaçları birbirinden tamamıyla farklıdır. “Uçurum” trajedisinde İstanbul mevzuundaki mısralar, ifadeler Fikret’in aksine Türkçü ve milliyetçi bir kaygıyla yazılmışlardır. Oysa Fikret, devrinin içtimai ve siyasi entrikalarının mekanı ve sembolü olduğuna inandığı için, İstanbul’a o zamana kadar görünmemiş bir şekilde hücumda bir beis görünmemiştir”.(Gedikli Yusuf, 1987:35-39, sayı 9)

Yusuf Gedikli  Cavid’in

İstanbul’un süslü püslü hayatına aldandın

Bilmedin ki, sislidir, zehirlidir havası.

- mısralarındaki “sisli” kelimesi Fikretin “Sis” şiirinin etkisini gösteriyor.

O hilekar Bosfor’u

Anma artık bir daha.

O yıpranmış Bizans’ı

Sakın düşünme asla.

- mısralarındaki sıfatlaşmaları da “Fikretinkilerle büyük benzerlik arz ediyor” yazıyor. (Gedikli Yusuf, 1987:35-39, sayı 9)

Cavid genç yaşlarından hafızasında, dünya görüşünde iz bırakmış bu şehri Göverçin’de, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde mevcut siyasi-felsefi, estetik fikir akımlarını ressam Celal’da, talebeler Yıldırım’da ve Ekrem’de, genel olarak tarih ve gelenekleri Göverçin’in babası Uluğ beyde, ara-sıra onun yardımcısı Aydemir’de, Batı hayat tarzını, yabancı kuralları, Avrupai denilen “yenilikleri” Anjel’de ve Edmon’da maharetle sembolize etmiştir. Her bir suret  kendi içtimai-sosyal kavramı içerisinde ortaya koyulmuş, dilleri de tefekkürlerine uygun bir tarzda ayarlanmıştır. Cavid Celal’ın eşi Göverçin hanımın dilinden eserin hemen başlangıcından:

                                            Her sefada cefa buldum,

                                            Açmadan sarardım, soldum.

                                            Serbest iken esir oldum,                                          

                                            Hem gülümser, hem ağlarım, (Cavid Hüseyin, 1982:182.)

-söylerken Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbulin eski ve çağdaş halini, emperyalizm ve mutlakıyetle, zülüm ve istibdatla karşı-karşıya durduğunu, paradoksal fikir mücadelelerine esir olduğunu sembolik şekilde anlatınca, sonraki olaylarda Ezop dili de kullanılmış, daha sert sembolikaya geçiyor, İstanbul “esaretinin” gerçek nedenlerini anlatıyor. İlk bakışta aile-maişet zıddiyetleri  üzerinde kurulan bir eser olduğu zannedilse de, suretlerin dile getirdiği kelimeler pek sade muhtevanı oluşturmuyordu; yazar Türklüğün durumunu aşikarca dikte ediyordu...

Yazarın bütün olayların merkezinde tuttuğu tek hedef 20. yy.ın başlarında Türk gençliği, onun peşinde olduğu yenilikler, Avrupa özentisi, kafalardaki kör körane çabalar, tebeddülatlardır. Bilindiği gibi, Türk romantizminde, özellikle, Tanzimat hareketiyle Türkçülük felsefesi değişik şekillerde yayılmakta idi. Şu değişik şekilleri-farklı ideoloji yöntemleri sembolize eden Celal, Yıldırım ve Ekrem suretleri Cavid’e göre, “fevkinde parlayan al kanatlı yıldız duran” aynı benliğin, yani Türk halkının temsilcileridir. Amma şu “yıldızlı hilal”i her kes kendi yaşam tarzı, düşüncesi içinde görebiliyor. Yıldırım pencereyi açıp ayı gösteriyor:

                                           Seyr edin, ah, seyr edin, sanki ayda

                                           Hasta bir kadın çehresi hüveyda... (Cavid Hüseyin, 1982:184.)

Celal ise devrinin bir ressam-esteti gibi hilali şöyle değerlendiriyor:

                                           Bence, o, solmuş, ihtiyar bir sebi...

                                           Yürür uykuda seyr edenler gibi. (Cavid Hüseyin, 1982:184.)

Baskı ve ıstıraplar çeken Türklük gibi, solmuş, ihtiyar İstanbul’ da mı uykudadır, tenezzül etmededir? Şu mısralarda devrin facialı, totaliter feodal yönetimine işaretler vuran Cavid Efendi Tevfik Fikret, Ziya Paşa, Şinasi gibi romantiklerin şu konudaki itirazlarına şerik oluyor; “bütün İstanbul un, o cümleden, sınırlar dahilindeki Osmanlı halkının feodal burjuvaların ve onların işbirlikçilerinin elinde inlediğini belirtiyor.” (Uzun Enver, 1998: 77) Cavid Celal ve Yıldırım’ın kavramlarına karşı Ekrem’i-Turanın sembolü gibi koyuyor, halkı kendi değerlerine döndürmek, Türkçülük ruhunu her kesin aynı derecede hissetmesi fikrini belirtiyor. Böyle ki, Ekrem gökteki ayı–hilali “tarihleri yansıtan möcüznüma bir tablo” gibi seyre dalıyor:

                                            Ben onu seyre daldığım zamanlar,

                                            Birer-birer hep eski kahramanlar,

                                            Hep eski vaka’lar döner karşımda,

                                            Hep eski tufanlar kopar başımda.

                                            Ah, o mahzun çehre neler görmemiş...! (Cavid Hüseyin, 1982:184.)

Yazar Celal – Yıldırım – Ekrem üçlüyü arasında fikri tokuşmalar yaratmakla, onları hep gergin makamlarda karşı karşıya getirmekle ayrıntılı noktaları ortaya çıkarıyor. Cavid’in  en başlıca amaçları sahnede karşı durma yaratmakla seyirciyi elde saklıyor ve   ideyasını edebi bir vasıtayla ona çattırıyor.

Celal kendi sanatkar azametini göstermek, duygularını anlatmak bakımından İstanbul muhitini küçük bilerek arkadaşı Yıldırımla Firengistan’a, Paris’e, oradan da İtalya’ya gitmek kanaatinde oldukları halde, Turan ellerinden ve Dağıstan’dan yenice dönmüş Ekrem, seyahat seven bir Türk genci için Kırım illerinin, İdil boylarının, Kafkas dağlarının, şanlı Türk soylarının seyrine koşmağın daha önemli  olduğunu bildiriyor. Hem de şu mekanlar bir ressam için gerçek tablolar sunabilecek kadar değerlidir. Eşinin Avrupa hayalleri Göverçini üzüntüler içinde bırakarak, tek çocukları Menekşeni mahıv ediyor. Göverçin Celal’in Avrupa’ya seyahatinin karşısını almak için çabalar yapsa da, babası şu isteği “kusurlu hal” gibi  değerlendiriyor.

                                             Sen Celali ancak ona verdiğin,

                                             Hürriyetle zincirleye bilirsin,

                                             Sakın! Mane olma; bu hal bir kusur... (Cavid Hüseyin, 1982:186.) 

Cavid fazla hürriyetin de aleyhine olup, onun harmonisini, düzenini İslami kavramların gelişmesinde arayan romantiklerdendir. Bu yüzden, Cavid Turan’ın sembolü gibi ortaya koyduğu Ekrem’in dilinden Muhammed Aleyhisselamı  Herra dağında, melek Cebrail’den vahiy alırken tasvir etmeyi seslendiriyor (Gelecek yaratıcılık hayatında Cavid Efendi bu konuyu fazla genişlendirerek “Peygamber” dramını yazıyor). Tabii, burada Ali bey Hüseyinzade’nin “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak...” düsturundan etkilenen Cavid İslam-Türk devletlerinin hür ve mutluluk namına yüksek idealler altında birleşmesi isteyini belirtmeye çalışmıştır.

Batı ahlakı ve tefekkürü ile “yıpranmış Bizans”ın “temelsiz vefası”, “hilekar Bosfor” gençliğin kafasını değişmiştir. Cavid Batı kurallarının Anjel, Edmon, konyak ile sembole  ederken, onlara karşı Doğu geleneklerinin Uluğ bey, Aydemir ve kımız sembolünü koyuyor. “Şeytan ruhlu bir melek”, “afsuncu kadın”, “geçilmez gayeyi-emel” Anjel, yani genelde Batı Uluğ beyin dilinde şöyle anlatılıyor:

                                           Evet, bilmeli ki, Fireng elleri,

                                           Hem besler, hem soldurur emelleri;

                                           Avrupa’da ışık da var, zulmet de,

                                           Orda sefahat da var, fazilet de.

                                       ... Ayık davranmalı, metin olmalı,

                                           Hep nura koşmalı, Hakkı bulmalı. (Cavid Hüseyin, 1982:189.)

Cavid Celalı Paris de Anjelle eğlencelerde tasvir ederken sık sık gözüne Göverçin’in suratını görüntülendiriyor. Benlik-vicdan sembolü gibi değerlendirdiği şu surat görüntüleri ile yazar Celali (ne kadar yanlış yöntemli olsa da, Türk gencini) tamamen Anjel’in (Batının) tabiliyine bırakmıyor; Uluğ beyin dilinden seslenen “her gecenin sonu gündüzdür”-anlayışında “umut, inam” kavramlarını da içe alıyor.

“Uçurum”da Doğu-Batı karşılaşmasında dikkat çekici makamlardan biri de konyak (şarap) – kımız sembolüdür. Celal’ın Avrupa seyahatinden kazandığı “yeniliklerden” biri gibi konyak, kadın hıyaneti ve eğlencesini, ahlak bozgunluğunun gençliye etkisini sembolize ediyor ki, Cavid’e göre, bu zehir “İstanbul’un tasvirinde faciadan bir perdedir.” Turanın sembolü Ekrem konyağın karşılığında kımızı ortaya koyur:

                                       Sana yalnız mukaddes Altaylardan,

                                       Şanlı ecdadından yadigar kalan,

                                       Ak köpüklü kımızdır ki, içtikçe,

                                       Hem ruh, hem beden bulur zevk, neşe.

                                       Lakin yıpranmış yunanın bu suni,

                                       Bu ateşli zehri mahveder seni. (Cavid Hüseyin, 1982:186.)  

Cavid asrın başında İstanbul’u saran felaketlerin esas nedenlerinden birinin de bu şehrin “temelsizliğinde” arıyor. Rivayetlere göre, temeli milattan önce 7. y.y. Bizans isimli yunan hükümdarı tarafından koyulmuş bu şehri 1453 yılında Sultan Mehmet Fatih “Türkün ruhu, İslam’ın nuru” ile yeniden yoğurarak Bizans’ı ebediyen Türklüğün vatanı İstanbul’a çevirmiştir. Maalesef, 20. y.y. başlarında Batının etkisiyle tarihsel değerleri, eski gelenekleri unutturulmağa yöneltilen Türk kafası aydınlığını kaybı etmemelidir. Eserde İstanbul Uluğ beyin dilinden pek dürüst ve keserli şekilde değerlendirilmiştir:

                                         Güzel şehir, fakat yazık, çok yazık!

                                         Bir takım duygusuz, sönük kuvvetler,

                                         Bu ülkeni bir hiçliye sürükler. (Cavid Hüseyin, 1982:186.)

Uluğ bey kahraman Oğuzların, büyük Ertoğrulların sarsılmaz haleflerinin şimdi sapkın ve azgın durumda Avrupa’dan çürük bir züppelik ahız ettiklerini can yankısı ile dile getiriyor. Cavid’e göre, İstanbul gibi bir şehir için 20. y.y. “ felaketlerin ya sonudur, ya başlangıcı”.

Cavid’in iç aleminde İstanbul’a büyük bir sevgi olduğu görülmektedir.

Göründüğü gibi, yazar hem İstanbul’u bir şehir olarak sembolize edtmiş, hem de bu şehirde yaşanan hayatı ve hayatın farklı tarzda taşıyıcıları olan insanları, onların hissi ve duygularını ihtivaya çalışmıştır. Bu sebeptendir ki, “Uçurum” faciası hakkında söz etmek isteyenler daha çok suretlerin laflarında, konuşmalarında zahiren görünen manalarda eserin muhtevasını muayyenleştirmeğe çalışmış, setir altı manaları yakalayamamışlardı; eserler iç muhtevasında olduğu kadar zahirinde de zengin konuları, hem de çağdaş ve aktüel konuları yansıtmakta idi. İşte Cavid dehası ve sanatı bu idi. Mesela, kadın konusunda Cavid diğer romantiklerden daha fazla muvaffak olmuştur denilebilir. Bu konuda da, maalesef, Cavid eleştirilerde haksız suçlanmıştır. Bütün eserlerinde Türk kadınını temizlik, vefa ve sadakat remzi gibi yücelikle yansıtan Cavid “Uçurum”da İstanbul’un sembolü için hedef olarak  kadın suretleri  seçerken gerek Türk kadınının aile ve hukuk meselelerini gündeme getirmiş, gerekse de eserin sonunda Celal’in uçuruma atılması ile bir “kurtuluş” kavramını ortaya koymuştur. Oysa, Cavid mevzusu Türkiye hayatından alınmış diğer faciasında - “Afet”te genç muharrir Ertoğrul’un dilinden sevgili Alagöz’e, genellikle Türk kadınına sesleniyordu: “Bütün dünya lekeli olsa bile, yine senin ismetinden bir şey eksilmez!” (Cavid Hüseyin, 1982:382.) Bu, hem de sembolik şekilde Türk milletinin onur ve şerefinin, mukaddesliğinin gösterisi, diğer milletlerden üstünlüğünün seslenişi idi.

Sovyet döneminde Hüseyin Cavid yaratıcılığı üzerine yazan araştırıcılar “Uçurum”u şairin en zayıf eseri gibi değerlendirmişler. Görünür onlar buradaki sembolü  ya görmüyor, ya da onsuz da başı belalarda olan şairi daha da zor duruma sokmak istemiyorlardı.       

 

SONUÇ

 

Hüseyin Cavid “Uçurum”dan sonra “Şeyda”, “İblis”, “Peygamber”, “Topal Teymur”,  “Seyavuş”, “Hayyam”, “Knyaz” vb. eserlerini yazıyor. Onun eserleri hiç de bir manalı karşılanmıyor. Toplum tarafından sevilen şu eserler Sovyet yetkilileri tarafından keskin tenkit ediliyor, bazen sahnede birkaç gün oynandıktan sonra yasaklanıyordu. Onu değişmek, Sovyetleri öven eserler yazmağa zorluyorlardı. Cavid ise değişmiyordu. Karşısında hangi korkunç tehlikeler olduğunu görse de, mefkuresinden dönmüyordu. Büyük Turancı Hüseyin Cavid karşısında duran güçleri görerek böyle yazıyordu:

                                             Ben aşığım, belalar var başımda,

                                             Durmuş korkunç uçurumlar karşımda.” (Cavid Hüseyin,1982: 272.)  

  Uçurumları, belaları, ölümü karşısında görse de, geri çekilmiyordu, savaşını davam ettiriyordu. Onun fikrince, Turanın ülküsünün gerçekleşmesi, Türk Birliğinin yaranması dünyanın düzene düşmesi demektir. Türklerin birleşmesini başka halkların sıkıştırılması, mahvedilmesi, soykırımına uğraması değil, tam tersi, savaşlara son koymak, sağlıklı yaşamak demektir. Hüseyin Cavid yazıyordu:

                                              Kim keserse dökülen kan izini,

                                              Kurtaran dahi odur yer yüzünü” (Cavid Hüseyin,1982: 272.)

Şair Türk birliğini, Turanın yaranmasını savaşlarda görmüyor. “İblis” piyesinde Vasif’in dili ile diyordu:

                                              Turana kılıçtan daha keskin ulu kuvvet,

                                              Yalnız medeniyet, medeniyet, medeniyet!” (Cavid Hüseyin,1982: 272.)

Savaşlara karşı olan şair dünyanı güzellik kurtaracağı düşüncesindedir. O, yazıyor:

                                              Her kesin bir aşkı, bir ilahı var,

                                              Benim tanrım güzelliktir, sevgidir” (Cavid. Hüseyin, 1922: sayı 1).

Tanrısı güzellik, sevgi olan şair 1937. yılın 4 Haziranında gece  gözaltına alınıyor ve 1113 sayılı mahkum olma sıfatına getiriliyor. 1937’de mahkum olunan tekçe Hüseyin Cavid değildi, binlerle kişi siyasi görüşlerine göre mahkum olundu, kurşuna dizildi ve ceza evlerine gönderildi. Azerbaycan'da gözaltına alınarak dindirilen siyasilerin, devlet adamlarının Hüseyin Cavid’in onlarla aynı teşkilatın - Sovyetler Birliğini dağıtarak özgür Türk-Tatar devleti kurmak isteyen bir teşkilatın üyesi olduklarını gösteriyorlar.

Teşkilatın siyasi ve Harbi üyeleri, liderleri kurşuna diziliyor. Hüseyin Cavid gibi aydınlar ise Sibirya’daki ceza evlerine gönderilirler. Şair 1941. yılın 5 Aralığında Sibirya’ya  bağlı İrkutiski ilinin Şevcenko kasabasındaki ceza evinde ölüyor. 1956. yıl  6 Martta şaire ölümünden sonra afv-beraat veriliyor. 1982. yılın 26 Ekiminde şairin kemikleri Nahçıvan’a getirilerek anıt kabre koyulur (Kasımov Celal, 2003:135). Evi müzeye çevriliyor.

Zaman ise Hüseyin Cavid’in haklı olduğunu ispatlıyor. Cavid’i  sıksalar da, takip etseler de,  ömrünün sonuna dek ortak Türkçe’de yazıyor ve Türk birliğini tebliğ ediyor.  Günümüzde ise Cavid’in sevimli İstanbul’unda Türk halklarının ve Toplumlarının Dayanışma ve İşbirliği Kurultayları geçiriliyor. Kurultaylarda ortak Türk elifbasının, ortak Türk dilinin yaratılmasından söz açılıyor. Türk Devletleri Milli Meclislerinin Şuraları yaratılıyor. Dış güçlerin gösterdikleri zorluklara bakmayarak, adım adım da olsa, Türkler yakınlaşıyor, Hüseyin Cavid’in istekleri yerini buluyor.           

 

  Kaynaklar:

 

1.    Abbasov İmran.(1996). Hüseyin Cavidin şiir dünyası, Türklük bilimi araştırmaları, sayı 2,  

     Sivas.

2.    Alioğlu Mesud (1975).Hüseyin Cavidin romantizmi, “Azerneşr”, Bakü.

3.    Aliyev Kamran. (2002). Cavid möcüzesi, “Nurlan” neşriyatı, Bakü. 

4.    Aliyev Kamran. (2002). Azerbaycan romantizminin poetikası, “Elm” neşriyatı, Bakü.

5.    Bünyadov Ziya.(1993). Kırmızı terror, “Azerbaycan Devlet Neşriyatı”, Bakü.

6.    Cabbarlı C. (1922). Edebi mübahiseler, “Zehmet”gazetesi, 19-20, 23-25-28 Haziran.

7.    Cavid Hüseyin, Şaik Abdulla.(1919). Edebiyat dersleri, Bakü.       

8.    Cavid Hüseyin.(1982). Seçilmiş eserleri, 4 ciltte, 2 cilt,  Bakü.

9.    Cefer Memmed (1960). Hüseyin Cavid, “Azerneşr”, Bakü.

10.     Cefer Memmed. (1963). Azerbaycan edebiyatında romantizm, Bakü.

11.     Ekberov Zahıd (1977). Hüseyin Cavidin “Şeyh Senan” faciası, “Elm” neşriyatı, Bakü.   

12.     Efendiyev Teymurçin(1985).Hüseyin Cavidin ideyalar alemi, “Yazıçı” neşriyatı, Bakü.

13.     Elekberova K.(2007).Hüseyin Cavid ve Osmanlı Türkçesi, “Hüseyin Cavid irsi ve muasır                      devir” ilmi konferansının materialları, “Elm” neşriyatı, Bakü.

14.     Handan R. (1981).Cavid sanatı, Bakü.

15.     Hüseyin oğlu Ali Şamil.(2007). İstanbul’dan Sibirya’ya geçen ömür yolu, V. Uluslararası      Üsküdar sempozyumu bildirileri, İstanbul-Üsküdar.

16.     Gedikli Yusuf (1987). Azerbaycan edebiyatında İstanbul, Türk yurdu, Ekim, sayı 9.

17.     Gedikli Yusuf (1987). Azerbaycan edebiyatında İstanbul, Türk edebiyatı, Kasım, sayı 169.

18.     İbadoğlu Abülfez (1969). Hüseyin Cavidin “İblis” faciası, “Elm” neşriyatı, Bakü.

19.     İbrahim Halil.(1921). Edebiyat şerareleri, “Kommunist”, gazetesi, 1-2 Aralık, Bakü.

20.     İsrafilov Hüseyin (1989). Tarihi dramlarda muasırlık problemi, “XX esir Azerbaycan edebiyatı meseleleri,  “Elm” neşriyatı, Bakü.    

21.     Karayev Yaşar (1989). Cavid: sanatkar ve tarih, “Azerbaycan” dergisi, Bakü.

22.     Kasımov Celal.(1998). Repressiyadan deportasiyaya doğru, “Mütercim” neşriyatı, Bakü.

23.     Kasımov Celal. (2003). Mahpus tercümeyi-halı, “Seda” neşriyatı, Bakü.

24.     “Maarif ve medeniyet” dergisi, (1925). Bakü, sayı 1. 

25.     Memmedli Gulam (1985).  Cavid-ömrü boyu, “Yazıçı” neşriyatı, Bakü.

26.     “Molla Nesreddin” dergisi, (1909). Tiflis, sayı 10.

27.     Şaik Abdulla. (1973). Hatıralarım, Bakü.

28.     Tenkitçi. (1921) “İblis”, “Kommunist” gazetesi, 4 Ekim,  Bakü.

29.     Uzun Enver. (1998). Hüseyin Cavid ve Türk edebiyatı, “Güneş” neşriyatı, Bakü.

30.     “Yaşıl yapraklar” dergisi (1922). sayı 1, Bakü.

31.     Zeynallı Hanafi. (1922). Edebi parçalar, “Maarif ve medeniyet” dergisi,  sayı 3, Bakü.

 

 

 

Ali Shamil Hussein

Aida Pashayeva  

Azerbaijan National Scientific Academy

Baku -Azerbaijan.

 

 

THE SYMBOLS OF ISTANBUL REALITY IN THE TRAGEDY “PRECIPICE” BY

 

HUSEYIN JAVID

 

Great Turkic writer Huseyin Javid Rasizade (1882-1941) was taken ill from the eye while studying in Tabriz. In 1905 he goes to Istanbul to treated and continues his studies as a listener in the Faculty of Literature in Darulfun especially with the assistance of philosopher Rza Tevfik. His ideology was strongly influenced by Alibey Huseyinzadeh, Ahmet Aghaoghlu, Ismayil bey Kaspirali, Yusuf Akchurali, Namik Kemal, Ziya Pasha, Shemsettin Sami, Tevfik Fikret, Abdulhalik Hamit, Necip Asim and Mehmet Emin. Javid’s poems “Yadi Mazi” (Remembering the Past), “Sonbaharda” (In autumn), “Ilmi Besher” (Scientific situation of the world) was published in the jounal “Sirat-i mustakim” where Mehmet Akif Ersoy contributed his works as well.

After returning to Caucasus in 1909 Huseyin Javid becomes known as a famous play writer in a short period. He writes tens of poems and theatre plays such as “Ana” (Mother), “Sheikh Sanan”, “Uchurum”(Precipice), “Afet”, “Iblis” (Satan), “Siyavush”, “Topal Teymur” (Lame Timor), “Peyghember” (Prophet) etc. His play starts being staged in the regions located by Turks. The plays “Uchurum” (Precipice) and “Afet” reflects Istanbul life more closely. The play “Uchurum” (Precipice) contrasts two types of youth generation: admirers of Paris life on the one hand and modernizing youth devoted to traditions and turkic ideas on the other hand.

Huseyin Javid devoted his life to the unity of the Turks and despite the persecutions and pressures during Soviet period was faithful to his ideas until the end of his life. His ideas resulted with his arrest by KGB (Committee for State Security) third of June in 1937 and after being interrogated until ninth of June, 1939, the poet was sent to Siberia to be kept there under arrest for 8 years. In 1941, December 5, the poet dies in the prison.

Key words: Huseyin Javid, The plays “Uchurum” (Precipice) and “Afet”, life in Istanbul, Turkic unity

 

Çap olundu: Hüseyin Cavidin “Uçrum” faciasında İstanbul gerçeklerinin sembolu. (Aida Paşayeva ile birlikde). I. Uluslararası Türk edebiyatında İstanbul sempozyumunun bildirileri. T.C. Beykent Üniversitesi Fen-edebiyat Fakültesi Türk  Dili ve Edebiyatı bölümü.  Beşir Kitabevi, İstanbul, 2009, seh. 511-522.

 

 

Sayğac
 
Flag Counter
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol